193
gayet küfürbaz bir şekilde. Dozerin üstü-
ne, koltuğun üstüne çıkmış, bir İngilizce,
bir Arapça, “Polis istiyorum, ben sabotö-
rüm, Kuveyt’i sabote etmeye geldim!” diye
bağırıyordu. Polisler geldiler; düşünün,
mutlak hükümdarın polisleri bunlar! Bu
kez daha küfürlü sözlerle polislere, “Ba-
kanı buraya istiyorum!” dedi. Polisler,
“Çekil, şeyh geçecek buradan” diyorlar,
o ise “Katiyetle! Bakan buraya gelmeden
kıpırdamam” diye ısrar ediyordu. Sıray-
la müdür, kontrol amiri, Bayındırlık Ba-
kanlığı müsteşarı geldi. J.J. bu arada hâlâ
bağırıyor, küfrediyordu. Ben tutmaya ça-
lıştığımda yumruk atıyor, “İçeri alacaklar
seni” dediğimde “İstediğim bu zaten” de-
yip bana göz kırpıyordu. Sonunda müste-
ir gün Kuveyt’e bir teleks geldi:
Sevgi Hanım, Vehbi Bey ve Suna Kıraç
gelecekmiş, kendilerini ağırlamamız
rica ediliyordu. Ben okulu bitirdiğim
yıllarda, 1965-1969 sürecinde Koç
ailesi kamuoyunda bugünkü gibi bir
yerde değildi henüz. Sonraki dönem-
de de ben hep yurtdışında kalmıştım.
Koç’un Türkiye’deki önemini bilmi-
yordum. Vehbi Bey’in gelişiyle ilgili 2,5
metrelik bir teleks geldi. Ben herhalde
Vehbi Bey’in kim olduğunu sormu-
şum, talimat yazıyordu teker teker, ne
yapmam gerektiğine dair. Rahmetliyi
sonradan tanıdım tabii; kendisine borç
verdim hatta! Kredi kartı sahibi ol-
mak, döviz taşımak çok olağan şeyler
değildi o dönemde. Vahide’ye ne ka-
dar paramız olduğunu sordum. Banka-
da 6 bin dolar birikmiş paramız vardı.
Hiç olmazsa bin dolar kalsın diye dü-
şünerek 5 bin doları cebime koydum.
Bir perşembe günü Vehbi Bey’i ha-
vaalanında karşıladık. Büyük de bir
gazeteci kalabalığı vardı etrafında.
“Bana bir şey verecek misin?” dedi,
5 bin doları çıkartıp verdim. “Tamam”
dedi. Ertesi gün cumaydı; tatil olması
gerekiyordu, ama biz çalışıyorduk.
“Sen beni otelden al” dedi. Otelden
aldım, şantiyeleri gezdirdim. “Ne
yapıyorsunuz, anlat bakalım” dedi.
Gazeteci takımını bıraktı, ikimiz ge-
ziyoruz. Köprünün üstüne çıktık.
Köprüler hemen hemen bitmiş, ama
kalıplar sökülmüştü; yerden çiviyi aldı,
“Bunları düzeltiyor musunuz sonra?”
dedi. “Yok efendim, yapmıyoruz”
deyince, “Böyle para kazanamazsınız
siz” dedi. Sonra, öğleye doğru bera-
ber cumaya gitmeyi önerdi. Kuveyt
merkez camisinde cuma namazına
gittik. Dışarı çıktı. Sonra aynı gün
kampa götürdük. İşçiler sıradaydı,
onlara “Merhaba” dedi. Alpaslan Bey’i
de çağırdım, işçilerle beraber yemek
yediler. Bolulu aşçımız Türk yemekle-
ri yapmıştı. “Benim yerim hazır mı?”
dedi; öğle yemeğinden sonra mutlaka
uyuduğunun brifingini almıştık. Kah-
vesini nasıl içtiğine kadar yazmışlardı
gelen talimatlarda. Tam bir saat uyu-
du. Kampta bizim evimize gitmiştik.
İki yatak odalı evimizin bir odasını
boşaltmış, Vehbi Bey’e yer ayırmıştık.
Uykudan kalktı, Vahide kahvesini de
verdi. O sırada gazetecilerin hepsi bi-
zim küçücük salonumuzdaydı; odalar
dumanaltıydı. “Hadi, çıkın dışarı” dedi
onlara. Kahvesini içince keyfi yerine
geldi, “Gel otur bakayım yanıma kı-
zım” dedi, “Türkiye’de bunun örneği
yoktur. İki ortak bile geçinemiyor, üç
ortak hep bir arada. Sizinkilere ben
hep dikkatle bakmışımdır, nasıl ahenk
içinde beraber kalabiliyorlar ve büyü-
yebiliyorlar, biliyor musun?” Vahide,
“Bilmiyorum efendim. Niye?” dedi.
“Eşlerini işe karıştırmadılar, onun
için” dedi. Bu da 2000’li yıllara geldiği-
miz zaman Tekfen’in kurumsallaşması
çalışmalarının altında yatan altın bir
cümledir. Her yerde bir ders var;
duymasını, görmesini bilmek lazım.
Murat Gigin
B
Vehbi Bey: “Türkiye’de bunun örneği yoktur. İki ortak bile geçinemiyor,
üç ortak hep bir arada, nas›l ahenk içinde bir arada kalabiliyorlar?”
izim şirket 100 seneliktir. Şimdi
ben yokum. ‹şlere artık bizim ço-
cuklar bakıyorlar. Beni çok mutlu
eden bir şey, bizim 100 senede iki
kere Amerika’da hazırlanan “İlk 400
İnşaat Şirketi” sıralamasına dahil
olmamızdır.
2
Bu listeye Tekfen de
girdi. Ama onlar 50 senede girdi.
Bu mühimdir. Feyyaz’ın, Nihat’ın,
Necati’nin 50 yılda Tekfen için yap-
tıkları, bu şirket için bir şereftir.
Bunu mutlulukla söylüyorum.
B
Alpaslan Reyhan