Erol Sözen, gübre satışlarının libere edildiği 1986 yılından bu yana Toros Tarım'ın Konya merkez bayiliğini yapıyor. Sözen, Toros'la karşılıklı güvene dayalı uzun vadeli bir ilişki kurduklarını anlatıyor.
Hoş geldiniz Erol Bey, kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Erol Sözen: Biz Sözen Petrol A.Ş. olarak 1986 yılından bu yana Toros’un Konya merkez bayiliğini yapıyoruz. Dolayısıyla en eski bayilerden biriyiz.
Ne tür faaliyetler yapıyorsunuz bölgenizde?
Erol Sözen: Bizim ticari faaliyetlerimiz 1954 yılında dedemle başlamış, babam devam etmiş. Petrol istasyonlarımız var, Petrol Ofisi, Opet... 1973’ten bu yana sürüyor bu alandaki faaliyetlerimiz. Diğer taraftan tarım ve hayvancılık bizim ana mesleğimiz. Tarımla daha içli dışlıyız. Bizzat tarım yapıyoruz, süt inekçiliği yapıyoruz. Modern bir işletmemiz var. Zirai ilaçlar, traktör, akü, tohumculuk vs. Ürün yelpazemiz hayli geniş. Bir çiftçi bize geldiği zaman gübreden akaryakıta, lastikten ilacına kadar her ihtiyacını temin eder. 1986 yılında gübre sektörü libere edilince gübre satışına da başladık. Daha önce Zirai Donatım’ın Karapınar ilçesinde acenteliğini de yaptık. Tabii o zamanlar gübre olayı çok yeniydi. Sene 1964-65. Ben daha 15 yaşındayım. Tarım Bakanı Bahri Dağdaş tohumluk dağıtıyor çiftçiye Ziraat Bankası kanalıyla. Kimlere dağıtılacağı senetlerde yazıyor; biz dağıtıyoruz çiftçiye listeye göre. O yıl, 1965 yılında birinci tohum dağıtıldıktan sonra ikinci tohumu da dağıttılar. Amaç yanında gübre vermek. Daha İç Anadolu, Karapınar çiftçisi gübreyle tanışmamış. Çok iyi hatırlıyorum. Yine isim listesi geldi, tohumlar dağıtılıyor. Bir ton tohum, 500 kilo gübre. Çiftçinin hoşuna gitmedi. Tohuma ihtiyacı olduğu için alıyor, ama gübreyi alırken olumsuz tepkiler veriyor, “Ben ne yapacağım bunu?” diye. Gübreyi almak mecburiyetinde, yoksa tohumu da alamayacak. Burada amaç gübreyi yaygınlaştırmak, çiftçiyi alıştırmak. Bence doğru bir politika. Vatandaş tabii bilmediği için, “Devlet bana toprağı parayla satıyor” diye sitem ediyordu. Gübrenin kıymetini bilen tüccarlar ise geliyor, çiftçiden o gübreyi ucuza satın alıyordu. Çiftçi 500 kilo gübre aldıysa mesela, 50-100 kilosunu kendine ayırıyor, kalanını satıyordu. Ancak ertesi yıl faydasını görünce, yavaş yavaş 100 kilodan 500 kiloya, 500 kilodan 1 tona çıktı gübre miktarları. Böylece kullanımı yaygınlaştı. En iyi yöntem budur aslında. Yani çiftçinin kendi kendine görmesi ve kahve sohbetlerinde anlatılması çok önemli. Gübre yaygınlaştıkça yaygınlaştı, öyle bir noktaya geldi ki birkaç sene içinde Zirai Donatım’ın önünde gübre almak için kuyruklar oluşmaya başladı. O iyi bir gelişme oldu ve bölgemizdeki çiftçi gübrenin kıymetini o zaman gördü, anladı. Biz de özel gübre satışları serbest bırakılır bırakılmaz ilk bayiliğini aldık Toros’tan. O dönemde niçin Toros’a sıcak baktık, bilemiyorum. Diğer şirketlerin de bayiliklerini alabilirdik. Nitekim bir dönem aldık, bir müddet çalıştık, ama bıraktık. Ama Toros’la o gün bugündür devam ediyoruz. Bulunduğumuz bölgede işyerlerimize Toros dışında herhangi bir gübre sokmamaya da özen gösteriyoruz. Bizim ticaret anlayışımızda ahde vefa vardır. Biz hep uzun soluklu bakarız, itibara önem veririz, itibarın parayla satın alınamayacağını düşünürüz. Öyle olunca az kazanırız, öz kazanırız, ama uzun soluklu olur.
Toros’la bugüne kadar uzanan işbirliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Erol Sözen: Toros’la başladık ve hep memnun kaldık. Toros zaman içinde bir marka oldu. Satış politikası da güzeldi, bölgeler oluşturma politikası da. Bölgelerini oluşturdu, depolarını kurdu. Tabii her bölgede deposu olunca “Toros Gübre” adı yayıldı. Belli bir sezonda, ekim döneminde çiftçinin ihtiyacı olan gübreyi temin etmek zorundaydınız, Toros da bunu sağlıyordu. Ekim ayında biz 3-5 bin tonları buluyorduk. Dağıtım ağı iyiydi. Çiftçinin ihtiyaçlarını gayet güzel gördük. Bahar mevsiminde aynı şekilde üst gübreleme için çiftçinin ihtiyacı olan gübre problemsiz temin edildi. Böylelikle Toros’un iyi bir marka olduğu gerçeği kafasına yerleşti çiftçinin. “Toros var mı?” demeye başladılar. Halbuki ürünlerin içeriği diğer markalarla aynı. Ama o markalar, tedarik konusunda zayıf kaldıkları için akla gelmez oldular. Toros ilk adımı attığı için avantajlı konuma geldi. Tabii onunla birlikte biz de geldik, rahat ettik. Bu nedenle uzun süredir Toros’la ikili ilişkilerimiz, ticari bağlarımız çok kuvvetlidir.
Toros, çalışanlarıyla ve bayileriyle istikrarı temsil eden bir kuruluş.
Erol Sözen: Doğru. Mesela gübreden sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Sadıkoğlu ile birlikte büyüdük. İlk ataması Konya’daki bölge müdürlüğüne yapıldı. Biz ona “Efendi Mehmet” derdik; sevimli, sessiz, kibar biriydi. Oralardan geldi, genel müdür yardımcısı oldu, bizim bayiliğimiz halen devam ediyor. Bize talip olan başka firmalar da vardı. Hatta Toros’tan daha cazip avantajlar sunanlar oldu. Ama biz onlara sıcak bakmadık. Neden? Çünkü biz şirketten memnunuz. Kısa vadede köşeyi dönelim mantığıyla hareket etmiyoruz. Ticaretin, çiftçiliğin ne olduğunu biliyoruz. Ürünün iyisine önce biz inanacağız. İnandıktan sonra satacağız. Biz bu mantıkla hareket ediyoruz. Bizim deneme tarlalarımız var. Çiftçi, buğday ekmişsek buğdayın, mısır ekmişsek mısırın, pancar ekmişsek pancarın gelişimini görür, “Kendine ne kullandıysan bana da onu ver” der. Mesela şu sıralarda mikrobiyal gübreyle ilgili bir denememiz var. Hindistan’dan ithal ettik. Distribütörlüğünü aldık. Piyasaya sürmedik henüz, kendimiz deniyoruz. Selçuk Üniversitesi’yle, İzmir’de Ziraat Fakültesi’yle işbirliği yapıyoruz. İzmir’deki arkadaşlar büyük bir heyecan içinde, “Bunu hemen piyasaya sürelim” diyorlar. İçinde trikoderma gibi hastalıkları önleyici bakteriler var. Biz ise “Önce bunu kendimiz deneyelim, görelim, faydalıysa piyasaya sürelim” diyoruz. Aksi takdirde zarar edebiliriz. Tohumda da, zirai ilaçta da böyle.
Deneme alanı ne büyüklükte?
Erol Sözen: 250 dekarlık bir alan. Tüm ürünleri burada deneriz. Beğenirsek hem kendimiz kullanırız, hem de çiftçiye tavsiye ederiz. Çiftçi de bundan olumlu netice aldığı için hangisini tavsiye etmişsek onu alır. Biz her zaman bilimsel yöntemler kullanıyoruz, üniversitelerle çalışıyoruz. Tarımda Konya Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’yle, hayvancılıkta da Veteriner Fakültesi’yle çalışıyoruz. Profesörler düzeyinde danışmanlarımız var, onlar da zevkle bize danışmanlık yapıyorlar. Çünkü bilgiyi paylaşıyoruz, teorinin arazide pratiğini yapıyoruz. Yani üniversiteyi sahaya indiriyoruz. Onlara “Hocam, bildiğinizi bizimle paylaşırsanız bir değersiniz, paylaşmazsanız benim gözümde bir hiçsiniz” derim, onlar da buna katılırlar. Onların bilgisi ile bizim tecrübemiz sahada karşı karşıya gelir, uygulama yaparız. Hocalar da burada öğrencilerine görev verir, staj gibi, tez gibi. Ben bundan on yıl önce damlama sulamaya geçtim. Büyük bir maliyetle geçtim, çünkü pahalıydı, İtalyan malıydı. Çok da faydasını gördüm. Denemesini yaptım. 50 dekara damlama sulama, 50 dekara yağmurlama yaptım. İkisine de hocaların denetiminde mısır ektik. Su kullanımında, maliyette, enerjide, işçilikte damla sulamanın farkını gördük. Verimde artış var. Kalite iyi. Mısırın boyu 4 metre olmuş. Oysa yağmurlamayla 1 metreden sonra sulama şansın yok, bitiyor. Dolayısıyla gübre verme şansın da yok. Ama damla sulamada mesela yarım metreye, bir metreye gelince, koçanlar çıkınca ne kadar gübre, ne kadar su vereceğimizi biliyoruz, ona göre veriyoruz. Gübreyi suya karıştırıyoruz. Bu şekilde bilinçli yaklaşınca ne kadar iyi verim alındığını biz bizzat görüp yaşadık.
Bir tür uygulama enstitüsü gibi çalışıyorsunuz o halde.
Erol Sözen: Evet. Yapmış olduğumuz uygulamalarda elde ettiğimiz neticeler olumluysa komşularla, eşle dostla paylaşıyoruz. Bazıları olumlu sonuçları kendine saklar, hangi tohumu, hangi gübreyi kullandığını bile saklar ki sadece kendisi kazansın. Bizim farkımız burada. Bizde bu yoktur. Biz deneme alanlarımızı üniversitelerin de kullanımına açıyoruz. Üniversitenin bize ücretsiz danışmanlık yapmasının altındaki espri de bu zaten. Bize ”intern” talebelerini getirirler, ziraattan da veterinerlikten de. 20-22 talebe gelir. Ben onlara genel bir ders veririm, iktisat olsun, verim kârlılığı olsun... Ondan sonra hocamızın biri çıkar, dersi çiftlikte veriyorsak hayvanın nasıl doğum yaptığını, tırnak bakımının nasıl olması gerektiğini, hayvanların gebelik testinin nasıl yapıldığını anlatır. Diğeri koruyucu hekimlikle ilgili bilgi verir. Ondan sonra talebelere şunu derler: “Böyle çiftlik her intern talebesine nasip olmaz, kıymetini bilin.”
Çiftçilikte bilgi işin en önemli yanı olsa gerek.
Erol Sözen: Meşhur bir filozofun “Bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözünden hareket ediyoruz. Üniversiteye, yani bilene danışıyoruz, soruyoruz, onlardan aldığımız bilgileri sahada uyguluyoruz. Uygulamada zorlanırsak hocalarla paylaşıyoruz.
Toros Tarım’la benzer bir işbirliğiniz var mı?
Erol Sözen: Tabii var. Mesela üç yıl boyunca patates tohumculuğuyla ilgili bir işbirliği yaptık, hastalıklara dayanıklı tohum yetiştirmek için. Tabii biz patatesin yabancısıyız. Ama teknolojiye, öğrenmeye açığız. Bizim bu hassasiyetimizi Toros bildiği için bizimle çalışmayı tercih etti. İlk yıl 300 dekarla başladık. Tabii hassas bir ürün, çok dikkat edilmesi gerekiyor. Biz ekimi yaparken komşu köylerden insanlar geldiler, “Ağabey, biz de ekelim” dediler. “Yok” dedim, “Önce biz ekeceğiz, kâr edersek de zarar edersek de biz edeceğiz. Ona göre seneye karar vereceğiz. Bu bir deneme senesi olacak.” Çünkü yönlendirdiğim kişiler benim müşterim olacak. Eğer zarara uğratırsak bir daha dönüp bakmaz. Bizim itibarımız da kalmaz, güven olayı kalmaz. Ama doğru yönlendirdiğinizde gözü kapalı alır gider. Nitekim ektik, çok güzel netice aldık. Ertesi sene 1.400 dekar ektik. Kendi arazimiz dışında ekim yapmak isteyenleri de bünyemize aldık. Toros için de, tarla sahibi için de sorumluluğunu biz üstlendik. Üç sene ektik. Çok güzel kâr ettik. Herkes memnun oldu. Son senemizde ekmedik, çünkü hastalık oluştu, tohumlar istenilen vasıfta gelmedi. Böyle bir deneme çalışmamız oldu. Şu anda da Konya Şeker Fabrikası’na sözleşmeli patates üretimi yapıyoruz. Ayrıca silajlık mısır, yonca, arpa ve buğday yetiştiriyoruz.
Silajlık mısır ekiminin özellikleri nelerdir?
Erol Sözen: Bildiğiniz gibi silaj, büyükbaş hayvanların yediği kaliteli kaba yemdir. Silaj yapmak için daha süt halindeyken mısırın tanelerini biçiyoruz ve silaj çukurlarında iki ay kadar bekletiyoruz. Normalde silaj çukurları 1.500 tonluktur. Bizim 5.000 tonluk bir silaj çukurumuz var. Orada iki ay durduğu zaman aynı salatalık turşusu gibi olur, hayvanın önüne döktüğünüz zaman iştahla yer. Çok verimli, kaliteli ve besleyicidir. Biz eskiden silajın ne olduğunu bilmezdik. Daha doğrusu bölgemizde, İç Anadolu’da mısırın yetişebileceğini bilmezdik. 1999 yılında yine bir önderlikle yola çıktık. Üniversiteden hocayı aldık. Mısır yetiştireceğiz denemelik. 13 tarla sahibi seçtik, ne dersek yapabilecek, önderlik yapabilecek, imkânı olan, ufku geniş. Araziler tespit edildi, hocamız üç-dört gün boyunca gelip mısırın ekimini, dikkat edilmesi gereken hususların neler olduğunu anlattı. Ekinlerin boyu bir karış olunca tüm çiftçiler arabalara bindik, 13 tarlayı da gezdik. Gördük ki bir tarlanın durumu gayet güzel, bir tanesinin bir tarafı yeşil, bir tarafı mor, bir tarafı sarı. Hoca anlattı, “Sarı olan yerde demir eksikliği, mor olan yerde potasyum eksikliği, çinko eksikliği var.” Hangi arazinin hangi bölgesine ne gerekiyorsa miktarlarıyla yazıp verdi. Aradan 15-20 gün geçti, bir daha baktık, sarı olan, mor olan yerler düzelmiş. Bilimsel çalıştığınızda netice alıyorsunuz. Bir de eğitilmiş oluyorsunuz.
Ama bunun için araştırmacı olmak, uzmanını dinlemek, kulaktan dolma bilgilere itibar etmemek çok önemli, öyle değil mi?
Erol Sözen: Kesinlikle. Mesela hoca bir arkadaşımıza koçanların daha iyi dolması için potasyum kullanmasını önerdi. Hepimiz kullandık, çiftçilerimizden biri de “Kullandım” dedi, ama hoca geliyor bakıyor, koçanlar yarıda. “Hani, sen potasyum kullanmadın mı?” diye sordu. O zaman arkadaşımız, “Hocam yakalandım” dedi. Meğer kullanmamış. Bu da iyi bir şey. Çünkü böylece örnek oldu diğerlerine. Kullanmayanın koçanı boş, kullananların dolu. Konya’nn başka yerlerinde de deneme ekimleri yapıldı, ama bizim gibi hassas davranmadıkları için oralarda “Mısır yetişmez” raporu çıktı. Oysa bizim orada, Karapınar’da, tam tersine “Yetişir” raporu çıktı. Biz olumlu netice aldık. Önce 2 bin dekar, ertesi sene 40 bin dekar, üçüncü sene 80 bin dekar, şu anda 100 bin dekar sadece bizim Karapınar’da mısır ekimi yapılıyor. Türkiye geçmişte mısır ithal ederdi. İç Anadolu’da mısır ekimi öyle çok yaygınlaştı ki, Türkiye mısır ithal etmekten kurtuldu, kendi kendine yetebilir hale geldi. Nereden nereye geldik.
Yetiştirdiğiniz mısırı ne yapıyorsunuz?
Erol Sözen: Getirisi çok daha iyi olduğu için silajlık yapıyoruz. Eskiden dekardan 1 ton ortalama mısır aldığımızda 300 liralık bir gelir elde ediyorduk. Ama tanelik mısır değil de, silajlık mısır üretince, dekardan 630 lira verim elde etmeye başladık. Yani iki misli. Silajlık hem çok verimli, kârı da iyi, ama pazarı yok. Ne yapacağız? Pazarı kendimiz yaratacağız. Biz böylece hayvancılığa da başlamış olduk. Hayvancılıkla kendi pazarımızı oluşturduk. “Silaj yapalım, yonca üretelim, onları süte dönüştürüp süt satalım” dedik. Sonra hayvandan aldığımız gübreyi de arazide kullanalım. Yani topraktan alıp hayvana verelim, hayvandan aldığımızı da yine toprağa verelim dedik. Böyle bir döngü. Bunu yaparak iki tür kazanç elde ediyoruz. Birincisi, silajlık ekerek birim dekara elde ettiğimiz verimliliği ve kârlılığı artırıyoruz. İkincisi, elde ettiğimiz ve tarlaya attığımız gübreyle topraktaki organik maddeyi artırıyoruz. Tabii bunu da bilinçli yapmak lazım. Biz bir toprak laboratuvarı kurduk. İşletmeye bir ay içinde başlayacağız. Hem ticari boyutlu olarak yapıyoruz bunu, hem de zaten devamlı şekilde kendi işlerimiz için tahlil yapıyoruz. Orada da hem kendimize, hem de çevreye yarar sağlıyoruz. Bu tahlil işi çok önemli. Analiz yapılınca toprağın neticesi belli oluyor. İçindeki azot, fosfor, potasyum oranı çıkıyor ortaya. O belirlendikten sonra eğer çiftçiler ona göre gübreleme yaparlarsa hem girdi bakımından maliyetlerini düşürüyor, hem de verimi artırıyorlar. Kârlılıkları da ona göre artıyor. Çiftçilerin bunu yapması lazım. Toros da bu konuda daha aktif olmalı. Ben Toros’a bunu önerdim. “Belli bölgelerde özellikle bayilerinize destek çıkın, toprak laboratuvarları kurun. Yer benden, laboratuvarı kuralım” dedim. Neticede ben kendi laboratuvarımı kurdum.
Anlattıklarınızdan tarımın önemli bir kazanç kapısı olabileceğini anlıyoruz. Oysa ülkemizde tarımın geçindirici olmadığı gerekçesiyle kırdan kente doğru büyük bir göç söz konusu.
Erol Sözen: Tarım kârlı değil, çok kârlı bir işkolu. Ama toprak sahibi yeniliğe açık olmalı. İki tür çiftçi vardır. Biri atadan, babadan ne görürse öyle devam eder. Kendini yenilemez, kahvede oturur, iki kişiyi gönderir tarlasına, ekmesi, sulaması için. Sonra da, “Efendim, benim ekin olmadı, devlet fiyat vermedi” der. Bir diğer çiftçi ise ekmeden önce “Hangi ekini ekeyim, hangi ürün daha kârlı, birim dekara hangi üründen daha fazla verim alırım” diye düşünür. Örneğin buğday. “Buğdayın hangi cinsini ekeyim ki hem daha fazla verim alayım, hem de ürettiğim ürün un fabrikaları tarafından kabul edilen, iyi fiyattan alınan bir ürün olsun?” ya da “Hangi gübreyi nasıl ne zaman kullanayım ki verimim artsın?” der. Aynı şekilde, içeriği iyi olan, etkili maddesi kuvvetli olan ilacın hangisi olduğunu soran çiftçinin elde ettiği gelirden hiçbir zaman yakındığını duymadım. Soruyorum, “Nasıl, memnun musun?” diyorum. “Memnunum” diyor. Çok da iyi para kazanıyor. Kendi arazisinin haricinde araziler tutuyor, işini büyütüyor. Çiftçi bunları yapmak zorunda, kimse oturduğu yerden para kazanamaz. Toros da, biz de oturduğumuz yerden para kazanamayız. Önder olacaksın, teşvik edeceksin, yol göstereceksin, çiftçinin ufkunu açacaksın, öyle olunca o da kazanacak, sen de. Hepimiz bu zincirin halkasıyız. Bir yerde koptuğunda iş biter. Eğer Toros kalitesiz gübre üretip satarsa o çiftçi zarar eder, zarar ettiği zaman ertesi sene benden gübre almaz, benim olumlu marka imajım sarsılır. O zaman ben de Toros’u bırakırım, Toros kendine yeni bir bayi arayışı içine girer. Bu işler önemlidir. O nedenle dürüst ticaret yapmak gerek. Bilimsel olmak gerek.
Çiftçilerimizde genel olarak bir muhafazakârlık var. Babadan gördüğünü yapıyor, ondan şaşmıyor.
Erol Sözen: Türk insanının yapısında bu var, önce görecek sonra uygulayacak. Gösteriyorsun. Gösterdiğin zaman algılayan da var, algılamayan da. Ben ona tembel çiftçi diyorum. Ona yapacağın bir şey yok. Gel diyorsun gelmiyor, git diyorsun gitmiyor, gör diyorsun görmüyor.
Bu durumu gidermek için ne yapılabilir? Toros’un rolü ne olabilir?
Erol Sözen: Az önce anlattığım olumlu çiftçi modelini geliştirmek için eğitim şart. Her şey eğitimden geçiyor. Üniversiteler sahaya inmeli. Üniversitede hocalar talebeleri eğitiyor ama hocalarımız da, talebeler de uygulama için sahaya indikleri zaman sıkıntı çekiyor. Sahada babadan kalma yöntemlerle uygulama yapan çiftçi de teknolojiyi tanımıyor, yeni uygulamaları bilmiyor. Onları da üniversiteye gönderecek halimiz yok. İkisini birleştirip sahada uygulamada beraber olunması, yani teori ile pratiğin birleştirildiği eğitimin yaygınlaşması lazım. Toros ne yapabilir? Ben Habil Hoca’yı Konya’ya üç dört kez getirttim. Televizyonlarda dengeli beslenmeyle, gübrelemeyle ilgili sunumlar yaptırdım. Selçuk Üniversitesi’nden Prof. Bayram Sadi hocamızın önderliğinde panel yaptık. Çiftçilerin toplandığı yerlerde, kahvelerde sunum yaptırdık. Bu gibi şeyleri yaygınlaştırmak lazım. Toros, Habil Hoca’nın konuşmalarını alacak, dengeli beslenmeden gübrelemeye kadar, her Toros bayisinde televizyondan sürekli gösterecek. Habil Hoca’yı her yere götürme imkânı olmadığına göre bunu yapmak lazım. Ayrıca bölgesel toplantıları artırmalı Toros, Tarla Günleri vs... Toros yeniliğe açık olacak, tüm etkinliklerde bulunacak. Reklam verecek. Her bölgenin bir tarım etkinliği var. Mesela Konya’nın bir ilçesinde vişne günü, kiraz bayramı, çilek bayramı yapılıyor. Oraya kadar inmeli Toros. Pankartını açmalı, o gün o tarıma özgü bir sunum yaptırmalı, o günün önemine binaen anlatılması gereken neyse anlatmalı çiftçiye. Kendisi yetişemezse bu işleri o bölgedeki temsilcilerine yaptırmalı. Bizler Toros’un temsilcileriyiz. Biz bunları seve seve yaparız. Eğer bayi yapmazsa, Toros da katkıda bulunmazsa yerimizde sayarız. Mesela Habil Hoca iyi bir değer benim için, bölgeleri dolaşıyor vs. Ama yetmiyor, bunun daha da yaygınlaştırılması lazım.
Tabii ziraat fakültelerinin de çok daha aktif olması lazım bu gibi şeylerde.
Erol Sözen: Bizim ziraat mühendisinden çok tarlada bilfiil bulunacak ziraat meslek yüksek okulu mezunlarına ihtiyacımız var. Esas olan bu. Bugün çok sayıda ziraat mühendisi var. Ama uygulamadan haberi yok. Mesela geçenlerde üniversiteden gelmişler ekiple beraber, 33 kişi. Arazileri gezmişler. Aralarında kuraklık komitesi başkanı var, hocalar var. Arazide bir soğuk algınlığından dolayı pas hastalığı yaygınlaşmaya başlamış. Bir çiftçinin mahsulünün yüzde 80’i gitmiş. Büyük kayıp. Ama bizim kendi arazilerimizde, bizi takip eden müşterilerimizin arazilerinde sorun yok. Onlar da gözüyle görünce, “Bu uygulama doğru” diyor.
Tüm olumsuzluklara rağmen birçok gelişme de oluyor. Bunları da göz ardı etmemek lazım tabii.
Erol Sözen: Tabii, mesela geçmişte sulu tarım denen bir şey yoktu bizim bölgemizde. 24 ayda bir ay ürün alırdık. Kıraç ekimde, susuz tarlalarda. Bir sene nadasa bırakır, ertesi sene eker, bir ayda ürün alırdık. Yani çiftçi bir ay kazandığıyla 23 ay idare ederdi. Bizim bölgemiz bir de erozyon bölgesi. Rüzgâr erozyonu, kum fırtınası artık çevreyi tehdit etmeye başlamıştı. Bir kaymakamımızın bir ifadesi vardı raporunda: “Ben bunları işin uzmanı olduğum için değil, beş duyu organımla yaşadığım için yazıyorum.” Adamın gözlerinden, burnundan tozlar girmiş, gözleri kamaşmış, yatağı yorganı kum olmuş. Böyle yazıyordu. Bunun üzerine o günün yetkilileri devreye girdiler. Ulusal basını getirdiler. Türkiye’de bir kamuoyu oluşturdular. Sonra Topraksu Genel Müdürlüğü tarafından yatırım başladı. Önce kamışlarla çitler gerildi, rüzgâr geldiği zaman toprakla beraber orada takıldı kaldı. Daha sonra yeraltı suları çıkarıldı. Sularla beraber perde ekimler yapıldı. Böylece problem önlendi. O ne getirdi? Sulu tarımı getirdi bu taraflara. Çiftçi orada yeraltından suların çıktığını gördü, arazisindeki suyu çıkardı, sulu tarıma döndü. Eskiden 24 ayda bir ürün alıyordu, 12 ayda bir ürün almaya başladı sulu tarımda. Sulu tarımdan sonra bir de ürün çeşitliliğine geçtik. Buğdaya ilave olarak pancar ekmeye başladık, mısır, yonca ektik. Yonca beş defa kaldırılıyor mesela. 11. ayda kalkıyor, altıncı ürün geliyor. 9-10. ayda pancar kalkıyor, yedinci ürün geliyor. Onun dışında patates, domates, fasulye var. Yani 24 ayda bir kez cebine para giren çiftçinin neredeyse 12 ayda 8 kez cebine para girmeye başladı. Şimdi böyle bir tabloda çiftçi para kazanamıyorum diyemez, eğer bilinçli çalışırsa. Bir de aile efradı da kendisiyle birlikte çalışırsa işçiliği de kendine kalır, geliri de. O da ona yeter. Ama bilinçsiz çalışırsa şikâyet eder, sızlanır öyle gider.
Bu deneyimlerinizi diğer bayilerle paylaşma imkânınız oluyor mu peki?
Erol Sözen: Daha çok sohbet yoluyla oluyor. Biz bilgiyi paylaşmaktan yanayız, çekinmeyiz bu konuda. Bundan zevk duyarız. Zaten bir işten zevk almazsanız yapmanız mümkün değil. Bana Konya Önder Çiftçi Derneği’nin başkanlığı teklif edildiği zaman bir iki arkadaşıma sordum. Dediler ki “Bu işin sonunda hayır var, önder olacaksın, yayacaksın. Biz seni destekleriz, sen ol başkan.” Biz bilmediğimizi bilene soruyoruz, bildiğimizi bilmeyenle paylaşıyoruz.
Son olarak Toros’la ilgili ilginç bir anı geliyor mu aklınıza?
Erol Sözen: Yine böyle bir bayi toplantısı vardı, sanırım Nevşehir’deydi. Nihat Gökyiğit Bey de geldi. Nihat Bey o zaman her bayi toplantısına gelirdi. Nihat Bey’le biz Konya Karapınar’da çok gezdik, Dünya Çölleşme Günü yaptık, Cumhurbaşkanı Demirel’i davet ettik, Karapınar’a getirdik onu. TEMA’nın projelerine de katkıda bulunuruz. Neyse, bayi toplantısında gübreler anlatıldı, Esin Hanım sunumunu yaptı. Ardından Nihat Bey bir konuşma yaptı. “Senede şu kadar toprağımız selle, şu kadarı rüzgârla kayboluyor. Bu nedenle ağaç dikmek, toprağı kaybetmemek lazım, o giden toprak ancak milyonlarca yıl sonra yerine geliyor” diye güzelce anlattı. Ondan sonra hayvan gübresini, organik gübreyi övdü. “Aşırı miktarda kimyasal kullanmayın” dedi. Öyle deyince Esin Hanım hemen gitti, koluna girdi. “Ya” dedi “Bize derler ki bunun ne menfaati var da burada böyle uğraşıyor? Bizim hiçbir menfaatimiz yok. Biri Allah razı olsun derse, bizim menfaatimiz o.”
Bu, Nihat Bey’in kişiliğini çok güzel anlatan bir anekdot. Çok teşekkür ederiz sohbetimize katıldığınız için.